Muhteşem olmak için bazen bir dağa ihtiyaç vardır. Kayseri için o dağ, Erciyes’tir.
Erciyes’in gölgesinde doğan şehir, tarih boyunca sadece taşla değil, inançla, aşkla, emekle yoğrulmuştur. Bu yüzden her taşı bir hikâye, her kubbesi bir dua taşır.
Kayseri’nin kalbinde, taş işçiliğiyle göz kamaştıran bir eser yükselir: Hunat (Hunad) Camii ve Külliyesi.
Bir kadının zarafetini, bir sultanın kudretini, bir ustanın imanını aynı yapıda buluşturmuştur. O kadının adı Mahperi Hatun, o sultanın adı I. Alaaddin Keykubad’dır.
Rivayet edilir ki Mahperi, Erciyes’e bakarken “Bu şehre öyle bir eser kazandırmalıyım ki, adım kıyamete kadar anılsın” demiştir.
Ve ustalar gelmiş Horasan’dan…
Besmelesiz basmamışlar toprağa, abdestsiz almamışlar bir nefes.
Taşın, sütunun, kemerin, minberin dili olmuş bu inanç.
O yüzden Hunat Camii’nin her detayı bir dua, her taşında bir nefes gizlidir.
Külliye tamamlandığında şehir artık başka bir şehir olmuştur.
Danişmentliler devrinin mirası üzerine Selçuklu mührü vurulmuştur.
Kayseri artık bir Selçukiye’dir.
Mahperi Hatun’un vasiyetiyle caminin içine türbesi yapılmış, adını da halk koymuştur:
“Alaaddin ile Mahperi’nin Camii — Hunad Camii.”
Bugün o külliyenin taşına elinizi koyduğunuzda sadece soğuk bir mermeri değil, yüzyılların duasını hissedersiniz.
Kayseri’nin ruhu, işte o taşlarda, o kubbede, o minarede yaşamaya devam eder.
Hunat Camii sadece bir mimari şaheser değil, bir iman, sadakat ve aşk hikâyesidir.
Ve belki de Mahperi’nin en güzel duası hâlâ Erciyes’in yamaçlarında yankılanmaktadır:
“Benim adım anılsın bu cami ile…”
