Hayatımızda bazı tatlar vardır; damağa oturmaz, mideyi doldurmaz, hafızada da yer etmez. Ne tatlıdır ne tuzlu, ne acıdır ne ekşi… İşte bu “lezzetsiz” tatların sembolik bir mekâna dönüştüğü hayali bir yer var: Lezzetsiz Şeyler Müzesi.
Bu müze aslında yemeklerden çok ilişkilerle ilgili. Daha doğrusu, ebeveynlerin çocuklarını büyüdükleri halde hâlâ çocuk gibi görme ısrarıyla… Yıllar geçiyor, yaşlar ilerliyor, diplomalar alınıyor, evler kuruluyor, ama bazı anne-babalar için evlat hâlâ “çocuk.” Bu kabul etmeyiş, yetişkinliğin lezzetini kaçırıyor.
Müzenin girişinde ziyaretçiyi karşılayan ilk eser bir “Çocuk Menüsü.” Yanında kocaman bir yetişkin tabağı var. Altına yazılmış not: “Çocuğunuz 30 yaşına gelse de, gözünüzde hâlâ küçük porsiyonlarla doyar.” Bir başka salonda ise çekmecelere saklanmış kimlik kartları sergileniyor. Mesaj çok net: “Onun yetişkin olduğunu hatırlatan belgeleri görmek istemeyen gözler.”
Dolaştıkça karşınıza daha da tanıdık sahneler çıkıyor: “Saat Kaçta Geleceksin Kapısı”ndan geçerken, sanki yıllardır duyduğunuz o sorunun yankısı kulaklarınızda çınlıyor. Yan salonda ise koca bir yemek masasında aynı tabak içinde karışmış makarna, yanık ekmek ve tatsız çorba sergileniyor. Açıklaması şu: “Kendi damak zevkini seçemeyenlerin, başkalarının pişirdiği hayatı yemesi.”
Bütün bu objeler, ebeveynlerin çocuklarını kendi gözlerinde “büyümemiş” saymalarının aslında nasıl bir tatsızlığa dönüştüğünü ironik bir dille anlatıyor. Çünkü en güzel tat, özgürlüğün, kendi kararlarını verebilmenin, kendi sorumluluğunu taşıyabilmenin tadıdır.
“Lezzetsiz Şeyler Müzesi” bize şunu söylüyor: Gerçek sevgi, çocuğunu sonsuza dek çocuk yerine koymak değil; büyüdüğünü görmek, seçimlerine saygı duymaktır. Aksi halde, evlatların yaşamında yalnızca tek bir tat kalıyor: lezzetsizlik.